Yıl 1988… Yer: Ankara

Hava çok soğuktur…

Acemi askerliğinin 17.gününde en sonunda ankesör telefon sırası kendisine gelen genç adam önce ailesini arar, ardından da çok sevdiği sevgilisini aramak için 312 ile başlayan numaraları tuşlar. Askerliğin zorlu koşulları, terhis zamanı geldiğinde ona kavuşma hayaliyle birleşince yüzünde gülümseme oluştururken; Telefon açılır… “-Nasılsın?” dediği an karşı taraf,

“Şu an müsait değilim sonra arar mısın?” dedikten sonra telefonu kapatır. Genç adam bir kenara oturup düşünür. Ben onu 17 gün bekledim ama o bana 60 saniyesini ayırmadı diye düşünür. Gözyaşları içinde eline aldığı kâğıt ve kalem ile duygularını dizelere döker.

Yıl Eylül 1999… Yer: İstanbul

Ergenliğimin zirvesinde her şeye karşı isyanım olduğu bir dönemdeyim. Siyasi görüşüm sol, Cumhuriyet gazetesi okuyorum, beynim var ama fikrim net değil, babam iflasın eşiğinde, üstüne kalp krizi geçirmiş, psikolojim ise duman… Harçlığımı çıkarmak için makyaj malzemesi satıyorum, evden okula sandviç götürüyorum, üniversite sınavı için test çözerken evimize haciz memurları geliyor. Hiçbir arkadaşıma bir şey anlatmadığım için nereye bulursam çöküp bir şeyler yazıyorum. Yazdıkça yazıyorum… Kâğıt olmazsa bulduğum duvara, okul sırama yazıyorum; Ertesi gün de defterime not alıyorum. Marka olan montumu çok sevdiğim için devamlı aynısını giyiyorum. Kendimi bildim bileli gururumdan ve onurumdan ödün vermem. Bu yüzden kimse hiçbir şey çakmıyordu. Çocuklar ve ergenler acımasız olurlar her zaman… Sınıf arkadaşlarımdan biri; “-Hep aynı montu giyiyorsun. Git bir temizlemeye ver” diye dalga geçti. Şu anda kendisi bir otomotiv firmasında satış yapıyor. Beni binlerce insan tanıyor, o ise belki de benden arkadaşım diye böbürlenerek bahsediyor. Ona bu olayı hatırlatsam ya hatırlamaz ya da hatırlamak istemez.

O dönem çok moda olan bir bot var ama pahalı olduğu için isteyemiyorum. Abimin aldığı ve dört yıl boyunca giydiğim botlar temiz baktığım için karşıdan yeni gibi duruyordu lakin içi öyle değildi. Ayaklarımı üşütüyordu. Diyorum ya; Kuyruk bende hep dik! Okulda ve ilçe çapında “Düz Yazı” başarılarım ayyuka çıkınca bizimkiler bana botu aldılar. 2 saatte bir botlarımı sildiğimi hatırlıyorum…

Amma velakin kimseye kızgınlığım yoktur bu hayatta. Çünkü beni ben yapan ve bugün güçlü olmama neden olan ne varsa hepsine sahip çıkarım. İyisi, doğrusu, yanlışı, günahı, sevabı hepsi bana aittir. Başarıyı nasıl ki sahipleniyorsam, başarısızlıklarımı da sahiplenirim.

İşte böyle ahval dönemi içinde radyolara bomba gibi bir şarkı patladı. Gece gündüz çalıyor, ortalık yıkılıyordu. 1988 yılında ankesörlü telefonda gözleri dolan genç asker, yıllar sonra ülkenin gündemine öyle bir şarkı ve sesle düştü ki; adını resmen kazıdı! Her söylediği parçayı yıllardır aynı derinlikte söyler, uzun uzun sohbet etmeseniz de ruhunu ve adamlığını hissedersiniz. Hikayesini bildiğim parçanın sahibi gerek kişiliği gerekse vicdanı ile örnek teşkil etti hep… Ne zaman onun sesini duysam bana çok başka şeyler çağrıştırır. Mücadelenin bitmeyeceğini hissettirirken, gözlerimin hemen dolmasına sebep olur.

“Hani bekleyecektin bir ömür boyu…” diye girdiği parçadan, ciğeri soldurup çıkar…

Evet, bu kişi 1988 yılındaki asker Hakan Altun, telefonun ucunda ki de İclal Aydın’dır…

Yüreği güzel bu adam “İnsan mutlulukla değil ama acılarıyla başarıya ulaşır” tezimin en büyük örneğiydi. Sizi bilmem ama ben bu yıl çok şeyler öğrendim. Ömrüm boyunca unutmayacağım dersler çıkardım. En önemlisi de uğradığın haksızlıkların cezasını görmeden ölmüyorsun…

1999’daki ben, 2017’yi Hakan abinin “Sanki” parçası ile uğurluyorum…

Eyvallah, gençler…

Not: Seneye görüşürüz esprisi yaparım bak… Dağılın:)